Şehirler konuşur mu dersiniz? Dinleyebileni varsa elbette konuşur. Belki sessiz anlatır meramını ama dudak okumayı bilmememiz onların kabahati midir? Yahya Kemal “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür.”1 derken, bunu gelişigüzel söylemiyordu mesela. Baktığı vakit bir iklime, o üç noktanın imtizacını yakalıyor; yani şehrin, derdini anlatmasına imkân veriyordu. Şehirle musahabe ediyordu bir nevi. Bu sayededir ki klasikleşen o şiirine “Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul” mısraıyla başlamış ve ona “Ey İstanbul! Konuş, seni dinliyorum.” diyebilmiştir. Böylelikle şiirinin yanı sıra müstakil bir İstanbul kitabı da ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla “aziz” olan şehir, Yahya Kemal’le konuşmuş, o da işittiklerini satırlara dökerek Dersaadet’in2 mektubunu gönüllerimize postalamış oluyordu.
Günümüzde şehirleri dinlemesini bilen, onların derdiyle dertlenebilen nadir yazarlardan biri de Mustafa Armağan’dır. Kendisi daha çok tarihçi kimliğiyle tanınıyor olsa da felsefeden edebiyata, medeniyet tasavvurundan şehir yazılarına kadar çeşitli kulvarlarda kalemini ispatlamış ve geniş bir okur kitlesine hitap edebilmiştir. Armağan, şehir üzerine çalışmanın kendisi için ne ifade ettiğini şu sözlerle açıklıyor eserini sunarken, “Bu kadar kitap kaleme almama veya hazırlamama rağmen şehirleri yazma tutkum hiç dinmedi. O ikinci bir kalp gibi atmaya devam etti içimde.” İşte İçimize Açılan Kapılar, yazarımızın ikinci kalbi ile şehirlerin kalbi arasındaki görülmez yolun sancısıdır.
Zihin sandığımızın kapağını “Şehir ve Medeniyete nasıl bakmalıyız?” başlıklı girizgah metniyle açıyor ve avucundan, içeri doğru kısaca şu cümleyi üflüyor yazarımız: “İnsansız bir şehir düşünülemez.”
Bu, şu demek: Falan yerde mimariden eser görürsek –örneğin mabed, ev, sokak…- oraya mutlaka insan eli değmiş demektir. Binaenaleyh şehir, insanla doğar. Şerefi’l mekân bi’l-mekîn diye bir kalıp cümle vardır Arapça’da. Yani mekânın şerefi, içinde yaşayanlardan gelir. İnsan da eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olduğuna göre medeniyet ile şehir arasındaki derunî bağ asla inkâr edilemez bir önem kazanır bu noktada.
Bilge Kral Aliya ise “Her insanın belli bir ölçüde şair olduğunu varsayarsak, şehri reddetmek, ne kadar işlevsiz olursa olsun, doğal bir insan tepkisidir.”3 sözüyle insanın şehre yabancılık çektiğini söylese de onun kastettiği ve sizin zannettiğiniz yerleri okumayacağız müellifimizden, hele “apartman ormanı” modern yerleşim yerlerini hiç değil!
Osmanlı’nın (İslamiyet de diyebiliriz), bir yeri imar ederken tabiatı da nasıl sahiplendiğini, o şehirlerin hala bizi çağlar öncesinden nasıl çağırdığını anlayacağız. “İslam Şehri”ni idrak edeceğiz her şeyden evvel. İslam daima din olarak değil, bir bilim olarak da hareket eder yine Izzetbegoviç’e göre.4 Mesela alkol yasağı o şekilde değerlendirilirken, mimarinin doğa ile beraber hareket etmesi gerektiğinin farkında olan İslam şehir modeli de bundan farklı tahlil edilemez.
Bahse konu kitabımızın sayfalarını çevirdikçe göreceğiz, Venedik sokakları bile İslam/Osmanlı mimarisinden nasibini almıştır. Lakin Türkiye’de insanımıza aşılanan aşağılık kompleksi öyle vahim bir boyuta varmıştır ki gözden kaçmayan bu benzerlikler bize ‘Venedik’ten etkilenen Osmanlı mimarisi’ olarak sunulmuştur kendi sanat tarihçilerimiz tarafından. İşin aslını Armağan’dan öğrendiğimiz bu husus, maalesef Attila İlhan’ın şu sözünü daha da pekiştiriyor: “Türk aydını, Türk değildir!”
Yine aynı aydınlar (!) “Osmanlı Anadolu’ya çivi çakmamıştı” lafını ağızlarında sakız gibi çiğner dururlar. Hâlbuki müellifimiz, sadece Kilis örneğinden yola çıkarak bile bu iftirayı çürütmüş durumda; “Halep’in Türkiye şubesi” olarak adlandırdığı Kilis’te yalnız üç cami dışında kalan bütün camilerin Osmanlı dönemine tarihlendiğini hatırlatarak “Türk olmayan aydınların” başına bir çatıyı daha yıkmış oluyor aslında. Hele bir de Kanuni devri eserlerinden Canbolat Bey Camii ve Külliyesi var ki…
Yalnız şehirlerin anlattıklarını okumayacaksınız tabii. Bütün bunlara ilaveten, Armağan’ın iç dünyasına da yelken açıyoruz ara ara. Orada kimi vakit dümenimizi Mardin’e kırıyor, kimi vakit Gaziantep’e demir atıyoruz. Yazarımızın o şehirlerdeki çocukluk hatıraları ile bugünkü anıları arasındaki tevafuklar silsilesini hayretle seyrediyoruz okudukça diriltici bir nefha üflenen dimağımızda.
Bu arada kitabımızın bizi sadece ülkemiz coğrafyasındaki şehirlerle hemhal ettiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz; Bosna’dan Semerkand’a, Taşkent’ten Kudüs’e, okuyanı engin bir yelpaze üzerinde kanatlandırıyor her bir yaprağı.
Velhasıl diyorum ki bizi, bizden taşan medeniyeti, dolayısıyla ruhumuzu yansıtan aynaları görmek, zâhirden bâtına yolculuk yapmak için ilk durağınız İçimize Açılan Kapılar olmalı…
- 1-Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul, 21. baskı, İstanbul, 2022, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, s. 1.
- 2-İstanbul’un isimlerindendir, “Mutluluk kapısı” manasına gelir.
- 3-Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Çeviren: Edina Nurikiç, 8. baskı, İstanbul, 2021, Ketebe Yayınları, s. 106
- 4-Detaylı bilgi için: age, s. 281-290
Eray Paşaoğlu